İngiltere’nin son ‘cadı’sıydı, İkinci Dünya Savaşı’na damgasını vurdu… Helen Duncan’ın ilginç hikâyesi

Ortaçağ’da doğa üstü güçleri olduğuna inanılan ve medyumluk yetenekleriyle büyük korku uyandıran kadınlar, sonraki dönemlerde de uzak durulan insanlar oldu. Birçok mitolojik hikâyeye konu olan ve gücünü doğadan aldığı düşünülen bu kadınlar, bazı toplumlarda korkuyla karışık büyük bir saygı gördü.

Tarihi belgelere göre 40 bin ila 60 bin arasında kadın cadılık suçlamasıyla idam edildi.

Tam cadılığın sonu geldi derken 1900’lerin başlarında İngiltere’de Helen Duncan adındaki kadın ortaya çıktı. Ülkenin son cadısı olarak görülen Duncan, İkinci Dünya Savaşı’na da damgasını vurdu.

ANNESİ BİLE DAVRANIŞLARINDAN RAHATSIZDI

İngiltere 23 Mart 1944’te acayip bir dava ile çalkalandı. İkinci Dünya Savaşı’nın en zor günlerini yaşayan Londra halkı, Old Bailey Ceza Mahkemesi’ne akın etmişti. Yüzlerce yıldır görülmemiş bir dava söz konusuydu: Helen Duncan ismindeki kadın cadılık suçlamasıyla mahkeme karşısına çıkarılmıştı.

Ölü varlıklara bir çeşit vücut verdiğini iddia eden Duncan, savaş acıları içindeki askerleri seanslarına davet ediyor, psikolojilerini etkileyen kötü anılardan kurtulmak isteyen askerler de bu oturumlarda başlarına gelen her şeyi bir bir anlatıyordu. Kısacası, Duncan’ın tek suçu boyutlar arasında ilişki kurmak değil, aynı zamanda devlet sırlarını da toplamaktı.

1897 yılında küçük bir İskoç kasabası olan Callander’da orta sınıf bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Helen Duncan (kızlık soyadı MacFarlane’di), ilkokul yıllarında bile “tuhaf” bir çocuk olarak biliniyordu.

Yaşıtlarından farklı olarak okulda sürekli sıra dışı kehanetlerde bulunan Duncan, garip hareketleriyle arkadaşlarını ve öğretmenlerini korkutuyordu. Bu davranışlar bütün kasaba tarafından rahatsızlıkla karşılanır olmuştu.

Kendi annesi bile Duncan’ın davranışlarından rahatsızdı. Çevredekiler tarafından “Hellish Nell” (Şeytani Nell) lakabı takılan Duncan, okul yaşamı bittikten sonra bir süre Dundee Kraliyet Hastanesi’nde çalıştı. İddialarına göre “paranormal yetenekleri” bu dönemde giderek gelişti.

1916’da Henry Duncan ile evlenen Helen, 1926’ya gelindiğinde altı çocuk sahibi bir anneydi.

HİLELERİNİ ORTAYA ÇIKARMAYA ÇALIŞTILAR

1920’ler dünyada spiritüalizmin hızla yükselişte olduğu bir dönemdi. Fransa, İngiltere, Almanya ve İspanya gibi ülkelerde ruh çağırma seansları hızla popülerleşmeye başlamıştı. Bu dönemde adını duyuran Duncan, ülke genelinde tanınır bir medyum halini almıştı.

Birinci Dünya Savaşı’nda ve 1918’de başlayan grip salgınında hayatlarını kaybedenlerin yakınları Duncan’a koşuyor, akrabalarıyla iletişime geçebilmek için ellerindeki her şeyi ona veriyorlardı. Milyonlarca insanın hayatına mâl olan 10 yıllık süreçte, Duncan’ın yıldızı daha da parladı.

Seanslarını yumuşak kırmızı bir halıyla kaplı karanlık bir odanın ortasında bulunan büyük bir masada düzenleyen Duncan, işinde oldukça iyiydi. Düzenlediği seanslarda bir çeşit trans haline geçiyor, çağırdığı ruhlarla kendi yarattığı dille konuşuyordu. Peggy ve Albert adındaki “ruh rehberleri”ni takip ettiğini söyleyen Duncan, tiyatral şovlar sayesinde ruhlara bir beden bile kazandırabiliyordu.

Özenle hazırladığı, “seans şovları” Duncan’ın üstün tiyatro kabiliyeti ile birleşince ortaya hayli ilginç, sarsıcı ve takipçilerini şoka uğratan gösteriler çıkıyordu. Duncan’ın ağzından ve burnundan çıkardığı dumanların beden şeklini alması izleyicileri hayrete düşürüyordu.

Ünlendikçe spiritüalizm meraklılarının yanı sıra karşıtlarının da dikkatini çekmeye başlayan Duncan, 1931 yılında paranormal olayları inceleyen araştırmacı Harry Price’ın kendisini incelemesine izin verdi.

Price, Duncan’ın bir sahtekâr olduğuna inanıyordu. Kadının trans haline girdiğinde ağız, burun, kulaklarından çıkan ve “saydam madde” olarak da bilinen ektoplazmayı nasıl ürettiğini kesin olarak kanıtlayamasa da bir teorisi vardı.

Price, Duncan’ın saydam beyaz bir yumurta akı sürülmüş tülbende benzeyen kumaşı yuttuğunu, daha sonra da istifra ederek çıkardığını düşünüyordu. Dahası, Duncan’ın cisimleştirdiği ruhlar gerçek insanlardan çok maket oyuncak bebeklere benziyordu.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA CASUSLUK SEANSLARI

3 Eylül 1939’da İngiltere resmen İkinci Dünya Savaşı’na girdi. Dunkerque’ten kurtarılan İngiliz askerlerinin yurda dönmesi moralleri yükseltmiş, savaş hazırlıkları başlamıştı. Doğal olarak askeri sırların yanlış ellere geçmesini önlemek için sıkı yasaklar getirildi.

Fakat kimsenin pek üzerinde durmadığı bir güvenlik açığı bulunuyordu. Medyumlar, askerlerle düzenledikleri seanslarda kimsenin ulaşamayacağı bilgilere ulaşıyordu. Öyle ki Duncan’dan sonra ortaya atılan soru, düşman ülkelerin casuslarının ruh çağırma seansları düzenleyerek istihbarat edinip edinmediğiydi.

Hal böyleyken Helen Duncan, 24 Mayıs 1941’de Edinburgh’da bir seans esnasında şok edici bir haber getirdi: Bir İngiliz savaş gemisi batmıştı.

HMS Hood isimli İngiliz gemisi, Alman birlikleri tarafından batırılmış fakat bu bilgi halktan gizlenmişti. Sadece rütbeliler ve gemi personelinin yakınları olaydan haberdar edilmişti. Peki ama Duncan bunu nasıl öğrenmişti?

Ruh çağırma seanslarına katılan İskoçya Askeri İstihbarat Şefi Roy Firebrace’in, rütbesi gereği tüm bilgilere erişimi bulunuyordu ama henüz o bile HMS Hood’un batırıldığının haberini almamıştı.

Seanstan sonra Duncan’ın iddialarının doğruluğunu kontrol eden Firebrace, HMS Hood’un kısa süre önce Danimarka Boğazı Savaşı’nda kaybolduğunu öğrendi. Yetkililer bunun nasıl mümkün olduğunu araştırmaya başladığında Duncan, düzenlediği seans sırasında, gemideki askerlerden birinin ruhuyla iletişim kurduğunu ve geminin batırıldığını öğrendiğini söyledi.

CADI AVI BAŞLADI

Ardından 1941’de Portsmouth kentinde bir seans düzenleyen Duncan, başka bir İngiliz denizcinin ruhuyla temasa geçtiğini, HMS Barham’ın bir Alman denizaltısı tarafından torpillendiğini ve 862 kişinin hayatını kaybettiğini duyurdu. Bu da doğruydu.

İngiliz hükümeti geminin battığını Ocak 1942’ye kadar kamuoyundan gizleme kararı almıştı. Bu olay, istihbarat servislerinin Duncan’a öfkelenmesine ve onu daha yakından takip etmesine neden oldu. Yetkililer sessizce kadının peşine düşmüştü, cadı avı başlamıştı.

Savaşın sonlarına yakın Duncan, Portsmouth’a geri dönerek ruh çağırma seanslarına devam etti. Bu sefer katılımcılar arasında Kraliyet Donanması subaylarından Teğmen Stanley Worth da vardı. Worth, daha önce sahtekarlık şüphesiyle gözaltına alınan bu kadının askeri bilgileri nasıl aldığını araştırmak için görevlendirilmişti.

Yanında kılık değiştirmiş bir polis memuruyla seanslara katılan Worth, uzun bir süre kadının tüm hareketlerini takip etti ve nihayetinde yaptığı numaraları ortaya çıkaracak kanıtları tespit etti. Seansın ortasında polis oturduğu yerden fırladı ve Duncan’ı gözaltına aldı. Duncan “sahtekarlık”la suçlanıyordu.

ARŞİVİN TOZLU RAFLARINDAN İNDİRİLEN YASA

Mahkemeye çıkarılan Helen Duncan, başlangıçta falcıların ve medyumların halkı dolandırmasını önlemeyi amaçlayan 19’uncu yüzyıldan kalma bir yasa olan Serserilik Yasası bağlamında yargılanacaktı.

Ancak sonradan Duncan’ın durumunun çok farklı olduğuna hükmedildi. Savaşın en karanlık günlerinde özel bilgileri ele geçirmiş ve bunları açıklamaktan çekinmemişti. Devlet görevlileri 1941 yılında yaşananları unutmamıştı.

Savcılık, Duncan’ın küçük bir sahtekarlık suçuyla salıverilmesinden korktuğu için arşivler açıldı ve Duncan, asırlardır kullanılmamış olan Cadılık Yasası’na göre yargılandı… İddianamede, 1735 tarihli yasanın ihlal edildiğinin altı çizilmiş bu nedenle Duncan’ın ömür boyu hapsi istenmişti.

Savaş yorgunu ülkede bir anda tüm dikkatleri üzerine çeken bu dava gittikçe ilginç bir hal almış ve “alışılmadık derecede tuhaf”  olmasından ötürü Londra’da Old Bailey Ceza Mahkemesi’nde görülmesi kararlaştırılmıştı.

Duncan, 23 Mart 1944’te Londra’ya getirildiğinde tüm basın mahkeme kapısında yerini almıştı. Büyük bir halk kalabalığı da 20’nci yüzyılın “son cadısı”nı görmek için birbirini eziyordu.

Davanın gazetelerde çarşaf çarşaf yer bulması Başbakan Winston Churchill’in bile dikkatini çekmişti. Churchill, bu tuhaf yargılamayla ilgili “geçmiş bir maskaralık” değerlendirmesini yapmak durumunda kalmıştı.

Davanın son günü olan 3 Nisan’da jüri Duncan’ı suçlu buldu.  

ASKERİ HAREKATLARI GİZLEMEK İÇİN Mİ TUTUKLANDI?

6 Haziran 1944’te, Duncan’ın yargılanmasından sadece birkaç ay sonra Müttefik devletler Nazi işgali altındaki Fransa’da direniş savaşını başlatmış, kadının cezaevine gönderilmesinin ardından da D-Day çıkartmasına başlamıştı.

Bazı yorumcular, Duncan’ın tutuklanmasının ana nedeninin İngiliz hükümetinin devlet sırlarını işgal öncesinde ifşa etmesinden çekinmesi olduğunu belirtiyordu. İskoç medyasında ortaya atılan bu varsayım tarihçileri de harekete geçirdi.

National Geographic’in aktardığına göre, tarihçi Francis Young, “Bu varsayımı doğrulayacak herhangi bir veri elimizde yok” dese de duruşma esnasında yaşanan alışılmadık panik havasının normal olmadığını da eklemeden geçmedi.

Örneğin, kararın açıklanmasından sonra Duncan’ın avukatının açtığı temyiz başvurusunun kabul edilmemiş olması oldukça sıra dışıydı. Çünkü ortada çok ciddi bir suç da bulunmuyordu. Bu nedenle tarihçiler, İngiltere tarihindeki son cadılık davasında yaşananların alışılmadık olduğunu kabul ediyor.

1944’ün sonlarında serbest bırakıldıktan sonra Duncan medyumluk yapmaya devam etti. Bu da onu daha fazla polis baskınının hedefi haline getirdi. Destekçileri Duncan’ın etrafında toplanmayı sürdürdü. Kadın 1956’da öldükten sonra affedilmesi için İngiliz hükümetine bir dilekçe sunuldu.

Duncan’ın seanslarının gizemi ölümünden sonra da devam etti, çünkü kimse Hood ve Barham’ın kaderini nasıl bildiğini kesin olarak bilmiyordu. Yarattığı ruhlar gibi Duncan’ın sırları da onunla birlikte yok oldu.

National Geographic’in “She was Britain’s last witch—and she lived in the 20th century” başlıklı haberinden derlenmiştir.

Fotoğraflar: Alamy

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir